‘‘Bana bir köpek lazım’’ dersin. ‘‘İyi bir cins olsun’’ istersin. Başlarsın eşten dosttan soruşturmaya. ‘İstediğinin’ önemi yoktur senin için ‘ne istediğinin önemi olduğu kadar’! Düşünmezsin bile ‘‘ben bakabilir miyim’’, diye. Araştırmazsın bile ‘‘bu ırk hangi şartlarda, nasıl bakılmalı’’, diye. Sonunda alırsın bir küçük Golden Retriever. Sonra başlarsın her sohbette köpeğinin maskaralıklarını anlatmaya. Derken aylar geçer ve büyür köpek. Bu sefer başlarsın yakınmalara. ‘‘Evimi dağıtıyor’’, ‘‘Sürekli havlıyor’’, ‘‘Eşyalara zarar veriyor’’, ‘‘Çok fazla tüy döküyor.’’, vb…

Alırken tüy dökeceğini düşünmemişsindir, onun bir av köpeği türü olduğunu, bir apartman dairesinde yaşaması için düzenli olarak gezdirilmesi, enerjisini atması gerektiğini öğrenmemişsindir. Köpeğini eğitme çabasına girmemişsindir. Aşılarının maliyetini hesap etmemişsindir. Külfet olur köpek sana. Bu sefer yine sararsın eşe dosta, başlarsın köpeğine yer aramaya. Bulabilirsen ne ala! Ya bulamazsan?

Bir sabredersin iki sabredersin sonra elbet bir bahane yatar aklına, derhal koyarsın köpeği kapıya!

Senin için artık o ‘‘ Golden bakmışlığım var’’dan ibaret bir iki cümledir. Oysa onun masalı kim bilir nasıl bir sonla bitmiştir! Kolay mı yediği önünde yemediği arkasında bir ev hayatına alışmak, insana güvenmek, bağlanmak sonra da günün birinde sokağa atılmak?

Değildir!

Hem de hiç kolay değildir.

Ne olduğunu anlamaya çalışacaktır. Şüphesiz sahibini özleyecek, arayacaktır. Telaşlanacaktır fena halde. Belki sağa sola koşturacak, belki de bir köşeye sinip saklanacaktır. Belki sokakta yaşamayı başaracak, belki de sonu bir barınak olacaktır. Fakat ne acı ki, ölürken bile sizi sevmekten asla vazgeçmeyecektir.